Duyurular

fasulyeden hayatlar

FASULYEDEN HAYATLAR


Neresinden baksanız, demirbaşına kayıtlı olduğu mabet kadar yaşlı bir ibrik. Kalayı eskimeye yüz tutmuş ucundan azar azar dökülen su, papaz efendinin ellerinden, yeni doğmuş bir bebeğin tenine, oradan da alttaki leğene akıyor. Dökülen suyun çıkardığı ses gerçekten huzur verici. Kocaman iki elin arasında “Agu, ugu.” sesler çıkararak çırpınan, her canlı yavrusu gibi umut verici derecede tatlı ve güzel bir bebek. Sahne, bir filmdeki vaftiz ritüelinden. Vaftiz hakkında yüzeysel bir araştırma yaptığımız zaman, bunun bir günahlardan arınma, temizlenme ayini olduğunu görüyoruz. Bebekler vaftiz edildiklerine göre, demek ki dünyaya günah sahibi olarak doğuyor olmalılar diye geliyor akla ki o inançta sahiden de öyle..
Bir vaftiz ayinindeki tüm figürlerin önemli olduğunu görüyoruz. Çok dikkat etmediğimiz fakat bence oradaki en önemli figür, bebeği tutan o iki el, daha doğrusu iki elin sahibi, yani vaftiz babadır. Bizdeki kirve figürüne çok benziyor fakat misyonları çok farklı. Kirve figürü, muhtemelen vaftiz babalıktan bize geçen bir şey olmalı. Vaftiz baba, bebeğin din eğitimini üzerine alan kişi, çocuğun manevi velisi iken, kirve olmanın böyle bir sorumluluğu yok. Kirvenin sorumluluğu tamamen maddi, zamansal ve cömertliği ile sınırlı.
Yakından ve objektif bir eleştiriye tabi tutan herkes, tüm sistemlerin sebep oldukları problemlere çözümler üreterek ayakta kaldıklarını görür. Vaftiz özelinde bakacak olursak şayet, din, “Bebekler dünyaya günahkar olarak gelir.” diyor. Bu, büyük fakat naylon bir problemdir ve din yokken bu problem de yoktu. Din, yarattığı ve ortaya attığı problemin çözümünü başka ellere bırakmamak için söylemine devam ediyor ve “Bebeklerinizi kilisede vaftiz ettirirseniz, günahlarından arınırlar.” diyor. Kilise kaynaklı bir probleme, kilise kaynaklı bir çözüm. Ne güzel değil mi! Kümesini soyduğu için aç kalan komşusunu, kahvaltıya çağırıp omlet ikram etmek gibi bir şey ya da uyguladığı yanlış ekonomi politikaları yüzünden fakirleştirdiği halka, sosyal yardımlar yapan ve bununla övünen hükümetlerin durumu gibi. Kendi çalışanlarının patlattığı su borusunu tamir eden belediyenin bunu üstün ve ekstra bir hizmetmiş gibi göstermesi vs. Bu örneklerdeki problemler naylon problemler, çözüm diye yutturulan iyilikler ise gereksiz iyiliklerdir.
Bizim inancımızda ise yeni doğanlar sabi, günahsızdır yani. Ergen olana kadar da günahsız olarak kalırlar. Hani, çocukken oynadığımız oyunlara, istemeyerek de olsa yaşı bizden küçük kardeşlerimizi de dahil ederdik. Onlar ebeye yakalansalar da oyunda yanmaz, aldığı sayılar da neticeyi etkilemezdi. Fasulyeden oyunculardı yani. İşte, bizim inancımıza göre, aklı erene kadar hiç kimseye günah yazılmaz. Yani çocukların manevi hayatı, fasulyeden bir hayattır.
Tanrı çocukları günahsız yaratmış ve bir süre sorumsuz bırakmış olsa da hiyerarşide Tanrı’dan sonra gelen güç odakları çocukların yakasını asla bırakmaz. Kendi bedenleri, kendi akılları, kendi gayretleri ile Tanrı’ya yaklaşma umudu kalmamış olan ebeveynler, aile hiyerarşisinde kendisinden sonra gelenlere yaptıkları baskılarla Tanrı’ya yaklaşmaya çalışırlar. Geleceğine iman ettikleri o gün, bu ebeveynler Tanrı’ya ne söyleyeceklerdir acaba; “Evet Tanrım, günahıyla ve sevabıyla bu benim çocuğumdur.” mu? Yoksa, ben elimden geleni yaptım. Gerisi beni bağlamaz mı? Ne dersiniz?
Olaya başka bir boyuttan bakacak olursak; ülkemizde her bebek dünyaya, yaklaşık 45 bin lira borçla geliyormuş. Üç aşağı beş yukarı resmi rakamlar bunlar. Bebeklerin ve çocukların manevi dünyalarını zapt etmek için kırk takla atanlar, bin bir şekle girenler, konu onların borcunu ödemeye gelince, kıllarını dahi kımıldatmazlar. Buna dair bir çözümleri, hatta böyle bir kaygıları bile yoktur. Halbuki bu problem de naylon bir problemdir. Gerçek şu ki bebekler borçlu doğuyorsa, bu, o toplumdaki baba figürlerinin gelecekten çaldığı anlamına gelir. Zaten çocukların eğitimi adı altında yatan gerçek çoğu zaman, daha sonra gelecek kuşaklardan daha çok çalmak için kurulmuş planlardır. Eğitiliyormuş gibi, ilgileniliyormuş gibi yapılarak bir kursta toplanmış yirmi çocuğu gösterip, daha sonra doğacak 20 milyon çocuğun refahından çalmak ne büyük paravan değil mi?
Zaman, kendinde duyarsızdır. Sonra, günahla fakat dünyadan alacaklı olarak doğan bebekler de büyür, günahsız fakat dünyaya borçlu olarak doğan bebekler de büyür. Büyürler ve aralarında ben hak doğdum, sen batıl doğdun, savaşına tutuşurlar. İki tarafta, “Hak ve batılın savaşı kıyamete kadar sürecektir.” der ve şehadet yeminleri ederler. “İyi de bu didişme kimin işine yarıyor?” diye sormak hiç birin aklına gelmez… Savaşırlar savaşırlar savaşırlar!
Hakan Yakıcı

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

*