
Hasta yatağının örtüsü bazadan aşağı sarkmıştı. Çarşafı düzeltti, yastığı kabartıp duvara yasladı. Şifonyerin üstündeki düzensizliği ilaç kutularını yan yana dizerek gidermek istedi. İlaç çoktu. Düzene girmiyordu. İçlerinden en önemlisinin ağrı kesici olduğunu düşündü. Onu en ön sıraya koydu.
Pencerenin önüne ulaşıp başını cama yasladığında, güneş bulutu ikiye bölmüş, geniş bir alana hâkim, babasının yatağına kadar uzanıyordu. Hastane bahçesinde uzun ve kalın gövdeli çınar ağaçlarının önüne satıcılar bir bir yerleşti, karşılıklı konuşmalar eşliğinde tezgâhlarını düzenlediler. Hastanenin siyah demir kapısı aralandı. Siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adam satıcılara göz gezdirip hızlı adımlarla çiçek tezgâhının önünde durdu. Çiçek satan kadın, adama gülümsedi. Papatya buketini uzattı. Adam parayı verdi, kadın parayı şalvarının cebine sokarken adama gülümsedi. Adam çiçeklerle hastaneye doğru yürüdü. Dudakları aralanmış, dişleri görünüyordu. Bir çiçeklere, bir pencerelere bakıyordu. Tam penceremin önünde durdu. Kafasını yukarı kaldırdı. Elini salladı, güldü. Elinin sallanmasıyla birlikte gülüşü de arttı. Gençti. “Onu hastaneye gelip de bu kadar gülümseten ne olabilirdi ki?” Gözden kayboldu.
Görürüm umuduyla kapıya yöneldim. Kapı elimden kurtulur kurtulmaz “tak” diyerek duvara çarptı.
— Hay aksi!
Koridorun başında masa başında uyuklayan hastabakıcı beni gördü.
— Pardon, dedim.
Eliyle “gelsene” işareti yaptı. Ters yöne baktım. Koridorda kimse yoktu.
— Sana diyorum, sana.
— Bana mı? diyerek şaşkınlıkla adama doğru yürüdüm. Elindeki kocaman papatya buketiyle genç adam önümüzden geçip merdivenlere yöneldi. “Herhalde sevgilisi bu hastanede çalışıyor,” diye düşündüm. “Neyse ne,” diyerek hastabakıcıya döndüm.
— Mezar yeri hazırladınız mı? diye sordu. Anlamadım.
— Karıştırdınız galiba, benim hastam ölmedi.
Dün akşam yaşadıklarım gözümün önünde rüya gibi belirdi: erkek kardeşim ve onun koluna sımsıkı sarılmış gelin, kızarmış gözleri, içki kokan ağzıyla eniştem ve onun az ötesinde duran kız kardeşimin kantinde sandalyelere oturmuş, nefretle bana bakan gözlerini hatırladım. Babamın kamyonunu satıp nasıl paylaşacaklarının hesabını yapıyorlardı. Ben çaylarını masaya bıraktığımda hesapları tamamdı. Erkek kardeşim bardağına iki şeker atarken eniştem oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıyordu. Söyleyecekleri vardı besbelli. Bana bakarak baklayı ağzından suratıma tükürürcesine çıkardı:
— Senin payın yok.
Gelinimiz, “Hadi konuş,” der gibi kardeşimin kolunu dürttü. Masadaki bardak sarsıldı, çayın birazı döküldü. Konuşmasını bekleyerek kardeşime döndüm. Susuyordu. Gelin dayanamadı:
— Sen yıllardır yedin yiyeceğini zaten. Kamyon bizim.
İki yıl önce boşanmıştım. Kızımla birlikte baba evine geri dönmüştüm. Yediklerimden kasıt bu olmalıydı.
— Ne diyorsunuz siz? diye bağırdım.
— Babam ölmedi, neyi paylaşıyorsunuz?
Tüm bunlar aklımdan geçerken hastabakıcıya döndüm.
— Benim hastam ölmedi.
Ölmüştü de benim mi haberim yoktu? Ağlamaya başladım. Koridorda küçük bir çocuk koşturdu. Elinde kocaman bir çiçek buketiyle tam dibimizde yere düştü. Şaşkın gözlerle kafasını kaldırdı. Bahçede gördüğüm siyah paltolu genç adam çocuğun yanına geldi. Çocuk hızla toparlanıp buketi yerden aldı. Ağlamak ve ağlamamak arasında babasının bacağına sarıldı. Babası çocuğun üzerinde leke bırakan tozları silkelerken yine aynı gülümsemeyle arkasına döndü. Yaşlı bir hanım ve kucağında bebekle genç bir kadın onlara yetişti, gülerek önümüzden geçtiler. Kapı açıldı, serin bir hava içeri hücum etti. Çıktılar. Kapı kapandı. Ağlıyordum. Ben şimdi ne yapacaktım? Dünkü kavgadan sonra kardeşlerimi arayamazdım. Onlardan tiksiniyordum.
Aklıma yıllardır görüşmediğimiz halam geldi. Aradım. Telefonu ikinci çalışta açtı. “Yalvarırım, yardım et,” diyerek cümleme başladım. Ağlamalarımın arasında durup kesik kesik nefes alıyordum. “Ben sana haber edeceğim,” diyerek telefonu kapattı. Kız kardeşime hastaneye gelmesi için mesaj attım.
Halam on dakika sonra aradı. Köyde mezar yeri hazırdı. Kız kardeşimin gelmesini beklerken odada duramadım. Hırkamı sırtıma geçirip bahçeye çıktım. Yağmur çiseliyordu. Kız kardeşimin siyah kapıdan içeri girişini, aheste aheste yürüyüşünü gördüm. Sabrım kalmamıştı. Bekleyemedim. Hızla odaya döndüm. Odaya göz gezdirdim. Her şey düzgündü. Boğucu havayı kovmak için camı açtım. Uçuşan perdeyi camın arkasına sıkıştırdım. Cüzdan ve telefonumu alıp odadan çıktım.
Asansör kattaydı. Eksi birinci kata bastım. Önce üst kata çıktı. Yüzünün derisi kat kat katlanmış, aralarında baklava desenleri oluşmuş bir adam titrek adımlarla asansöre girdi. Kapının girişinde arkasını dönerek kaldı. Tam kapı kapanacakken genç bir kadın saçlarını savurarak adamı ittirip köşeye yerleşti. Aynada kendini görüp saçını memnun bir ifadeyle düzeltti. Koridordan yankılanan ayakkabı sesine “Asansörü tutun!” sesi eşlik ettiyse de oralı olmadık. Kapanan kapıya uzanan el geride kalmıştı. Asansör inişe geçti.
Biri zamanı durdurmuştu da ben içinde beyhude hareket ediyordum. Sayılar nazlı nazlı değişiyor, asansör hiçbir zaman eksi bire varmayacakmış gibi hissediyordum. Kazağımın yakasını aşağıya doğru çekiştirdim. Alnımdan yol bulup kaşlarımın etrafında dolanan terimi silmek için ceplerimde peçete arandım. Yoktu. Kapı açıldı. Çıktığımda denizin derinliklerinden su yüzüne çıkmış gibiydim. Nefesimi toparlamak için kapının önünde biraz oyalandım. Ne yöne gideceğimi anlamak için etrafıma bakındım.
Sabahki hastabakıcı yine “gel gel” işareti yapıyordu. Bu sefer avarelik etmedim. Hemen üzerime alındım. Ona doğru seyirttim.
— Bekle, dedi ve açılan kapıdan içeri girdi.
Kapının üstünde “Morg” yazıyordu. Ona uzatılan turuncu poşeti alıp bana getirdi. Açılan kapıdan giren soğuk hava ve ilaç kokusunu da sanki poşete koymuş gibiydi. Uzattığı evrakı imzaladım. Telefonun saatine baktım. Çağırdığım taksinin gelmesine beş dakika vardı. “Keşke poşeti almadan önce tuvalete girseydim,” diye aklımdan geçirdim.
Asansör üst katlara çıkmıştı. Merdivenlere yöneldim. Ayağım kaydı. Düştüm. Poşet üstüme yıkıldı. Tahmin ettiğimden daha ağırdı. Kontrol ettim. Sağlamdı. İçim ürperdi. Zorlanarak yerden kalktım. Düştüğümü gören olmamıştı. Attığım her adımda kafamı kaldırıp merdivenlerin ne kadar kaldığına bakıyordum. Ben baktıkça sanki merdivenlere bir basamak daha ekleniyordu. Merdivenler bittiğinde koridorda “Exit” yazan yeşil ışığı aradım. Yazının olduğu tarafa yöneldim. Yolun sonuna kapalı panjur vardı. Geri döndüm.
Önümde uzanan koridoru hızlı adımlarla geçmeye çalıştım. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Koridora açılan başka bir bölümde üç kişi sohbet ediyordu. Yanlarına gittim. “Doğumhane” yazan kapının önünde bekliyorlardı. Hastaneden nasıl çıkacağımı sordum. Genç adam:
— Önce buradan sola dön, sonra az ilerleyip sağa dön, dedi.
“Önce sol, sonra sağ,” diye tekrar ederek ama yine yanlış bir koridora girerek yolun sonunda durdum. Galiba hastaneden çıkamayacaktım. Telefonum çaldı. Taksi gelmişti.
— Bekleyin, geliyorum.
Derin bir nefes çektim. Geldiğim noktaya geri döndüm. “Önce sol”, “birkaç adım ilerle”, “sonra sağ”. Bankolara gelmiştim. Taksiyi gördüm. Koştum. Taksiye atladığımda nefes nefeseydim. Taksi hafifçe yaylandı. Çiçekçi kadın şalvarından çıkardığı bozuk paraları çocuğuna uzatıyordu. Sabah gördüğüm genç adam, sabah bacaklarına sarılan çocuğu kucağına almış, hastaneye doğru el sallayarak kapıdan çıkıyordu. Demir kapı ağır ağır açılırken, turuncu poşete kollarımla sarmalamış, başım cama yaslı, aklıma babamı beklediğimiz akşamlar geldi.
Kış ayıydı. Hava eksi bilmem kaç dereceydi. Kardeşlerimle dizi izliyorduk. Kapıdan içeri girdi. Hemen uzandığımız yerden kalktık. İlk koşan erkek kardeşim oldu. Hemen babamın kucağına atladı. Biz iki kız bacağına sarıldık.
— Yavaş olun, düşüreceksiniz, diye güldü.
Kardeşimi yere indirdi. Bir eli kocaman cepleri olan yeşil parkasının cebinde dolaşıyordu. Şimdi üç kardeş, o cepten ne çıkacak diye merakla bekliyorduk. Küçük bir cips paketi çıkardı, uzattı bize.
— İyi misiniz?
Taksicinin sesiyle kendime geldim. Ağaçları ve evleri hızla ardımızda bırakıyorduk. Bir zamanlar kolayca bulduğum mutluluğu da aynı hızla ardımda bırakmış, taksi ilerledikçe bir daha hiç bulamayacakmışım gibi hissettim. Arkama dönüp baktım. Geri dönsem bulabilir miyim?
Köye vardığımda halam beni bahçe kapısında bekliyordu. Cami hocası yanındaydı. Elimde turuncu poşet, iki sokak ilerde olan mezarlığa konuşmadan yürüdük. Çukur kazılmıştı. “Hadi,” dercesine yüzüme baktılar. Elleri bana uzandı. O zaman sıkı sıkı sarıldığım poşet hatırıma geldi. Uzattım. İmam poşeti çukura nazikçe yerleştirdi. Teselli buldum.
Halamın getirdiği kazmayla çukurun kenarındaki toprak öbeğini çukura ittirdik. Halam önde, ben arkada kazma elimde, konuşmadan eve doğru yürüdük. Soba yanıyordu. Üstünde kabukları yarılmış kestanelerden yükselen kokuyu içime çektim. Hamurun ekşi kokusunu alabiliyordum. Sobanın yanında, sofra bezinin altında duruyordu. “Şükür,” diyerek kapının eşiğinden geçtik.
Halam hamuru yufka yapıp sobada pişirirken, “Sen seviyon diye kızım, bir çabuk hazırladım. İnşallah güzel olur,” derken cümlelerinin arasına “şükür” kelimesini sepeliyordu.
Buna da şükürdü. Olsundu. Ölüm haberi de elbet olacaktı, olmasına da Rabbim sıralı ömür versindi. Ne olacaktı ki? Bir bacağı daha vardı. Buna da alışılırdı. Bak, yıllar sonra da olsun gelmiştim. Yedirmeden bırakmazdı.
-Sen de yarın gidersin babana bakmaya.
Bugün onlar baksındı.
Baksındı ya!
Dinledim halamı. O gece onun evinde kaldım. Kardeşlik öldü, bitti. Ahir zaman dedi demesine de, aklımda babamın bacağı vardı. Bacaklarına sarılışımız vardı. Mezara koyuşum vardı. Kardeşlerimin babamın artık kullanılmayacağı kamyonu o ölmeden bölüşmesi vardı. Bacak gidince bizi toplayan direk de mi gitmişti.
Halamın eli dizlerimde dolaştı. Pat pat, yumuşak tombul elleriyle iki vurdu.
— Siz bizim gibi olmayın. Nifak tohumlarını aranıza sokmayın, dedi.
SESSİZCE EKSİLENLER-RIFKI YAVAŞ
deneme bonusu veren siteler deneme bonusu verabetgiris.co
"Sitedeki 'Yazarlar' bölümüne ruhunuza dokunacak yeni bir yolculuk eklendi. Göz atmayı unutmayın." -------- "GriKalemler Dergisinin 2. Sayısı Yayımda" ------- " Dergimize Yazılarınızı Üye Olarak Yukardaki Gönder Menusundan Yada editor@grikalemler.com.tr mail adresinden gönderebilirsiniz." ---------- " GriKalemler Edebiyat Dergisine Hoşgeldiniz " ------"Yazışma adresi: Hürriyet Mahallesi Eski Edirne Asfaltı Caddesi No:196 Gaziosmanpaşa /İSTANBUL Tel: +905061252905" "Sosyal Medya Yönetimi Ayşegül Kösa Sert Can Gadirli medya@grikalemler.com.tr"-----"Grafik Tasarım: Oğuzhan Öcal oguzhanocal.com.tr webmaster@oguzhanocal.com.tr"----"Editör: Hakan Seyrekbasan Rojda Gülseven editor@grikalemler.com.tr" --------"İmtiyaz Sahibi grikalemler.com.tr Adına Süreyya Geçici iletisim@grikalemler.com.tr Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Gülal iletisim@grikalemler.com.tr Yazı İşleri ve İçerik Sorumlusu: Hakan Yakıcı editor@grikalemler.com.tr"
Yorum Yaz